
Monitöre bakıyorum şu an. Uzaktan baktığımda içindeki küçük noktalar görünmüyor. İyice yaklaşıyorum. Yaklaştıkça minik pikseller belirginleşiyor.
İnsanoğlunun göz hassasiyetine göre tasarlanmış bu cihaz her saniyede en az elli defa ekranını tazeleyecek şekilde çalışıyor. Çünkü gözümüzün görme eşiği 50 Hertz. Yani saniyede 49 defa tazelense ekranımızda filmleri ardı ardına patlayan resimler olarak göreceğiz. Arkamızdan aynı monitöre bakan bir arının bizle aynı filmi seyretmesi olası değil. Monitörü seviyorum ben.
Sonra klavyem, onu da seviyorum. Geçen gün onun tüm tuşlarını çıkartıp içini açtım. Gavur yapıyor canım dedim kendi kendime. İyice temizledim onu. Parmaklarım üzerinde dans ederken ekranda gördüğüm yazıları düşündüm sonra. Klavyedeki her bir tuşa bastığımda meydana gelen elektrik akımı, sıfır ve birlerden oluşan kodlar şeklinde bilgisayarımın ana kartına ulaşıyor, oradan işletim sistemi üzerinde çalışan bir kelime işlem programı vasıtası ile benim anlayabileceğim harf ve kelimelere dönüşüyor tuş hareketleri.
Aynı şekilde farem de duruyor yan tarafımda. Onu her hareket ettirişimde, imlecin koordinat bilgisi benim el hareketlerimin hızıyla değişebiliyor. Üstelik bu birimler kablosuz. Yani bahsettiğim sinyaller bilgisayarıma gitmeden kodlanıp, sıkıştırılıp önce uzaya neşrediliyor. Devamlı bir kodlama ve çözme işlemi devinimi söz konusu.
Ben bir camış gibi durup yazıyorum oysa alt tarafta insan aklının ötesinde bir sürü işlem gerçekleşiyor. Öküzlüğümü duyumsuyorum. Adeta davarım…
Birazdan internete gireceğim. Bu düşünce beni heyecanlandırıyor. Browserımı açtığımda başlangıç sayfası olan http://www.google.com’a ulaşacağım. Yani browserım Google’ın Amerika’daki sunucusuna 80’inci porttan bir istek gönderecek ve Google’ın web sunumcusu da bunu kabul edip bana sahifesini sunacak.
Aslında Google’ın sunucusu Türkçe bilmiyor. O kendi ip ( Internet Protocol ) adresine 80 porttan uygun bir istek gelip gelmediğine bakıyor. Uygunsa cevap veriyor. Ben de bu ip adreslerini ezberleyemeyeceğim için DNS (Domain Name Server)’i icat etmişler. DNS’ler ip adreslerinin hangi sitelerle eşleşmesi gerektiğine karar veriyor. Mesela ben http://www.google.com yerine adres çubuğuna 66.249.91.147 adresini yazsam gene aynı yere ulaşacağım. Fakat her site için ip adresini akılda tutmak çok acı olurdu. Bu yüzden bu işi DNS’ler yapıyor. Bu arada konumuzla alakası yok ama dünyada 12 adet Root DNS mevcut. Diğer yandan bu 12 adet kök DNS sunucusunun Anglo Saksonların elinde. Bir kısmı ABD askeri kurumlarının içinde yer alıyor. ( Gözlerini büyütür, buruk hırıltılar çıkartır…İniler…
İnternette sörf yaparken bilgisayarın ethernet kartının ürettiği paketçikler, dünyadaki yönlendiriciler (Router) üzerinde ışık hızıyla akıyor. Binlerce yönlendiricinin minik ledleri yanıp sönerken bizler siteler arasında dolaşıyor, birbirimizle haberleşiyor, blogumuza yazı ekliyor, hatta telefon görüşmesi yapıp televizyon seyrediyoruz.
Evet dünyanın hala en zengin adamı olan Bill Gates’in dediği gibi “Bir gün her şey internet olacak”. ( Yazar burda, “bir gün herkes benim olacak” demek ister.)
Bir sabah Bill uyansa ve kafayı kırsa, “dünya size sesleniyorum bana tapacaksınız!” diye haykırsa. İlk başta adam delirmiş deriz içimizden ve güleriz. Ama O’nun haklı olduğunu anlamamız bir kaç günümüzü alır.
Bizler, teknolojinin nimetlerinin büyüsü önünde tapınanlar, her geçen gün internete daha bağımlı olurken, bir yandan aslında internetin sahiplerine bağlandığımızı anlayabilecek miyiz?
Bunları da okumak isteyebilirsiniz:
3 Cevaplar Kime:“Teknolojinin Büyüsü”
Oof! Başım döndü valla…
Teknolojiye yüzeysel baksam daha iyi olacak…
****************************
Hep ethernet kartı olmak istemişimdir. Alaka yok ama öyle işte istiyorum.
neden bu ethernet kartı olma tutkusu?
Kartı değil daha çok paketi olmak istiyorum. Işık hızına ulaşmak için.